23 Aralık 2021 Perşembe

 
    



                               ODYSSEUS / Ulus Fatih / Cinius Yayınları / 758 Sahife.
                                                  
                                                    Okuma Gezileri

   

Bu kitap Homeros’un Odysseia’sindeki Akdeniz ve Hades gezisi gibi, okuduğum kitaplar arasındaki bir gezidir ve Homeros’un Odysseia’si  ile özel bir bağlantısı yoktur. James Joyce’un Ulysses’inin de bir bağlantısının olmayışı gibi. Odysseia beni etkileyen kitapların başında gelir. Oradaki doğa betimlemeleri büyüleyicidir ve lirizmi de eşsizdir. Okumak insanı anakronik ve tersinir, anlağın alışkanlıkları dışında çatışık varsayımlar üretmeye yöneltmelidir diye düşünürüm, düş kırıklığı başattır yazında, çünkü salt olumlamalarla dolu dünyamız da güvenilir sayılamaz ve ‘Karanlığa övgüler olsun, çünkü o bize düş kurmasını öğretti’ yaklaşımı geçerli bir mottodur bir ölçüde… 

Geçmiş zamanda yazılanların güçlü bir varyantı ya da aşkın olanını kaleme almak ister bir insan, aşkın olan nedir diye düşünebiliriz ama yazın bir kategori olmamalıdır, her şey gibi bir arayıştır, gerçekte yaşamda saltık bir arayıştır…

Kitap tüm parodileri barındıran bir kitap olsun isterdim, ütopyalar, felsefi şeyler, yaşam öykümsü anılar, kutsal kitaplara anıştırmalar, kaotik yazın, sosyal gerçekçilik, değişken metinler, bilim kurgu, gotik öykünmeler ve evet Odysseia’daki gibi büyüleyici doğa betimleri olsun isterdim, özde eksikliğini ya da özlemini duyduğumuz şeyler olsun bir bakıma, sonuçta bir ölçüde ereğimi yerine getirdim, yazılan sonuçta nitel ya da nicel sayılsa da, ancak kendimiz olabildiğimizde yazmış oluruz. Yazmak vulger deyimle boyumuzun ölçüsünü almaktır. Beğeni soyuttur. Nedir ki bu kitap korona günlerinde yazılmıştır, eklentiler ve olağandışı yanları varsa da, aksın bütünlüğü ve hacmin doyum oranını artırma çabası adınadır.  

Pierre Louys, Yaşar Kemal ve Homeros’tur büyüleyici doğa tanrılarım, toplumcu bakış içinde  Nazım, Kâbe’dir ve Borges Borgestir benim için, gotik yazın, Poe ve nice gerçeküstü gerilim ustalarıdır, bu arada Binbir Gece Masalları’da büyüleyici ve yol göstericidir, o her şey ve hiçbir şeyin ta kendisidir, yaratılışımızın mesellerini andıran bir şey, kaotik yazın Ezra Pound şiirinden esinlenebilir, kök olarak, kantolar yeterli.

O yarı bildik, artık anımsamakta güçlük çektiğimiz, küçük harfli kutsal kitapları okudum ve gözlerim neredeyse kör oldu, ütopya denildiğinde Morus hatta sayısız yazar vardır, yaşam bir ütopyadır zaten, otobiyografi anıldığında öz yaşantımızın kesitleridir.

Kitap bir karma ve başucu yazarlarıma bir gönderme sayılabilir. Adları epeyce çok, Kavafis’i, Lem’i, Sevim Burak, Leyla Erbil, Latife Tekin, Tomris Uyar, Llosa, Paz, Heidegger, Nazım, Mehmet Rauf, Yaşar Kemal ve andıklarım dışında, unuttuklarım aysbergin altıdır belki de. Sonsuzdur onlar. Kitap okumak insanı yazar yapmaz, kitap içimizdeki denizin aydınlanmasına yol açar, ne kadar okursanız o kadar aydınlanacaktır deniz, dolayısıyla bu bir kitap değil gerçekte, içimizdeki denizdir. Bu yüzden pek çok metni ya da şiiri diğerlerinin arasında bir kez daha yineleyebiliyoruz, bunu hoş karşılamalı ya da kurgunun bir parçası olarak yeniden kayda geçebilir diye düşünmeliyiz, çünkü Pierre Menard’ın Don Kişot’u gibi bir metin ya da şiir okunduğunda veya başka bir bütünün içinde eridiğinde, başkaca bir anlam barındırabilir veya yeni bir kavramsallığa bürünebilir diye düşünüyorum açıkçası, kurgulayanın sanrıları bile olsa bu, anlam tek tip değildir, her okuyuşta yenilenebilir.

Yazılacak o kadar çok şey vardır ki dünyada, çünkü evren organik bir romanstır gerçekte, her kitap öznesinin sübjektif meselidir ve sonsuz varyantlara açılır, yeniden dünyaya gelseydik yazdıklarımızı unutmak zorunda kalırdık ve  bu yüzden yazmak yalnızca anımsamaktır ne yazık ki!.. Bir kitap ruhları sağaltmak görevini yüklenmemeli, tam aksine dünyamızı göz önünde tutuyor olursak, ruh sağlığımızı bozmalıdır, yeni bir arayış, yeni bir yolculuk için.  Belirsizlik İlkesini temel alırsak, fantastik yazına öykünen bir kitap için, deliliğin sınırlarını aramak ve düşlerin gotik ürkütücülüğünde gezinmek istiyorsanız okumayı düşünebilirsiniz. Dünya bir bahçeyse, her çiçek kendisi olmalıdır.

 



25 Kasım 2021 Perşembe

 




BÜYÜKADA ÖYKÜLERİ

MARTAY

‘Yaşamın sessizliğinde, alacakaranlıkta, sabaha yakın martıların ötüşmelerini dinliyorum. Nedense bize pek hoş gelmeyen, pes seste, gürültücü haykırışlar, uzaktan uzağa anlaşılmayan melodiler.

Ama ikisi var ki, o sınırsız, pek çok ötüş arasında, sanki konuşuyorlar, yatağımda kulak veriyorum onlara... Tartışır, dedikodu yapar, sitem eder, öykünür hatta zaman zaman kızar gibiler. Ne konuştuklarını bilmiyoruz, belki dillerinin sırlarını çözebildiğimizde, acaba evrenin sırlarını da ele geçirebilecek miyiz?..

Kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz ve ''Ne olacağız'' konusunda, küçükte olsa bir düşünceye, bir aydınlığa ulaşabilecek miyiz?.. O seslerde ve daha bilinmeyen nice şeyde, ötüşte, bakışta, uçuşta bu sırrın gizlendiğine inanıyorum. Ne var ki, kendi dilimizi bile henüz çözemediğimizi biliyorum. Ne yazık ki...

Denizin gürüldeyişi, eşsiz çağlayanlar, tanrının düşüncesi rüzgâr, öğle sıcağındaki inilti, doğadaki ''Hişt, hişt'' sesi, ormanın çıtırtısı, göklerin gürültüsü, yağmurun pencerelerdeki izi, bizlere hep bir şey söylüyor, bir şey anlatmak istiyor. Bu sonsuza dek sürecek haykırışlar, iniltiler, ağlayışlar, gülücük ve kahkahalar bizlere ne söylüyorlar, hiç bir zaman bilemeyeceğiz, bilemiyoruz...

Buda bizim ne denli ileri gitsek de, molekülü keşfetsek, atomu parçalasak, nükleer güce erişsek, yıldızlara ulaşsak da, dünyanın hep yerli yerinde durduğuna, bir adım bile yerinden oynamadığına işaret ediyor. Biz henüz kumrunun yalvarışlarını bile göremiyor, doğanın dilini çözemiyoruz.

Nereye gitsek, nereye koşsak-kaçsak, evrenler evreninin sırrına, galaksilerin, kozmolojinin ötesine bile kavuşsak, hiç bir zaman bilemeyeceğimiz, dilini çözemeyeceğimiz, sırrına eremeyeceğimiz bir şey var... Bizler kimiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?.. Hiç bir zaman bilemeyeceğimiz ve hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz bir şey belki de...

Biz ileri doğru gitmiyoruz, derinliğine de inmiyoruz, iniyor da değiliz, yalnızca enine doğru, anlaşılması güç de olsa, bulunduğumuz noktaya paraleller çizer gibi, keşişleme ve kesişmelerle yan yana,  belki sonsuz bir hızla, belki de yavaşça ilerliyor, ezgilerle, naralarla, alaylarla genişliyor, çoğalıyoruz.

Bu bizi ölümcül kılıyor, parçalayan ve yok edici, cılız ve korkak, saldırgan ve ürkek kılıyor ne yazık ki... Belki bir adım ötesini bile göremiyoruz biz ve daha korkunç, yıldırıcı, yıldıran bir şey daha var.

Sanki bütün çabalarımız boşuna...

Doğuyor, yaşıyor ve ölüp gidiyoruz biz!..’

 

Karanlığa övgüler olsun çünkü o bize düş kurmasını öğretti!.. Uyku tutmadığı için martı sesleri melankoliye sürükledi sanırım, ama sabah uyandığımda, baharla buluşma yerimiz lunapark meydanındaki kafeye doğru yola çıktım,  çünkü menekşeler, çiğdemler, kırmızı, beyaz, envaı çeşit çiçekler renklerini yavaşça, güneşe, dünyaya, hayata meydan okurcasına serip serpiştiriyordu artık adaya, sabah çiyinde adı bilinmedik nice çiçekler, gizil ara sokaklarda, minik tümseklerde, el değmemiş çukurlarda, duvarlardan sarkan sarmaşıklarda sevdalanmayı, aşka aşık olmak değil, yaşama aşık olmayı bellemiş garip kulunu sevindirmek için boy gösteriyordu artık.

 

Kırağının kapladığı çayır, çimen sabah sisinde, üzerinden yükselen buğunun güneşli ışıltısında, sanki her gelip geçene hoş geldin demek ister gibi başını uzatıyor, boyu posuyla gökyüzüne doğru erişmek istercesine doğrulup, sonrasında narince eğilip bükülerek, kuşluk vaktinde, kutsal yaşamın içinden gelip geçen, sabah yelinin hışırtısına, güneşin yeryüzünü kaplayan ışıltı dolu mırıltısına, evrenin sabah serinliğinde insanı ürperten, iliklerine dek sızan, coşku dolu kutsal ayetine, o büyülü notaların, görkemli tımbırtısına  selam duruyordu... 

 

Adanın başıboş köpeklerinden biri geliyordu uzaktan, sanki selam verir gibi geçip gitti yanımdan, bir kedi yavrusu duvarın dibinde gölgesiyle oynuyor, baharın ilk kelebeği bir çarkıfeleğin üzerinde, o esrarengiz aylasını arar gibi uçuşuyordu.

O gün anladım ki evrenin bir kokusu, bir ruhu vardı. Çiçeklerin, yaşam sevinciyle dolu canların, meleklerin ve sonsuza dek bizden gizlenmeye ahdetmiş ama gümrah kokularının yanında kendi nurunu ve kendi tanrısal tılsımını bizlere bahşetmiş tanrının ıtırıydı bu burnuma dolan afsun, bir türlü tanımlanamaz o büyülü, sonsuz hülya!..

 

Lunaparka kadar kuşlar, böcekler ve çiçeklerle el ele, kah durarak, kah koşuşup, soluk soluğa kalarak, bir sarhoş gibi yalpalayıp durdum.

O vecd halinden, o kuytulardan, tepelerden, hişt hişt diye beni çağıran şeylerden, görünmez meleklerden, belki de tanrının nimetlerinden yarı baygın, kendinden geçmiş halde lunaparka geldiğimde, kimsecikler yoktu…

Beni bekleyen kimseler yoktu. Issız ve ime time karışmış gibiydi dünya, Birden kendi soluğumu duydum. Uzak yağmur yağan bir ülkede, umarsız bir boşluk gibi bakıyordu gözlerim.

 

Dikkat kesildiğimde, uzaktaki minik korulukta, sahipsiz, gölgesiz, belli belirsiz bir at, ikide bir kuyruğunu sallıyor, başını oynatıyor ve çok uzaklardan bir vapurun düdüğü çalıyor, Aya Yorgi gökyüzüne doğru ellerini açıyor ve derin bir melodi,  ulu bir armoniymiş gibi;  yerin altından mı, göğün üstünden mi geldiği bellisiz bir sala; tüm dünyaya yayılıyordu…

 

O zaman çocukluğumda, yapayalnız bir dağa tırmanırken, kim bilir kaçıncı kez kulağıma yankıyan, o türküyü tutturarak, aşağılara doğru yürümeye başladım ve sanki bir anda tüm ada ardıma düşmüş türküye eşlik ediyor ve yaşamın sevincini, o eşsiz, tanrısal güzelliğini, o erişilmez tınısını, dizginsiz bir fener alayı; yaratan ve yaratmış olanın, kutsal çağrısı gibi haykırarak, göklere yükseliyor ve artık tüm bir ada, hep birlikte, Yeni Bir Maceranın Eşiğinde, tüm dünyayı sarsan bir dua, çıldırtan bir ilahi eşliğinde,  güneşin içlerine doğru, sonsuza dek yitip gidiyordu!..

‘Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / -tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini,oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim", / "Sola gideyim," / demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, /ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek  için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.’

 

 

1 Eylül 2021 Çarşamba

















































TEMEL SORU ?







 Kısa Bir Öykü / Lortop / 86. Bölüm / Düzeltilmiş asıl metin.

Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam beliriyor.  Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya; başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor. Gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor...

 
Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf bir duygulanımla, engin bir yalnızlıkta; ışık parçalanımları gibi bir halenin içinde geziniyor ve görüntü birden düşlere dönüşerek, bir saplantı gibi, neden bilmem, artık hep onu düşünüyor oluyorum. 
 Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden, bir şeyler var!..
 Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, atlıya bakıyor şimdi...
 Atlı, derenin içinden, kutsal bir sessizlikte ve sonsuz bir oyuntuda, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi üzünçlü, solgun, yitip giderken, ilerde, ansızın ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve az sonra,  hınçla düzlüğe çıkıyor.
 Şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın yaldızlı bir şövalye gibi ilerliyor ve uzaklarda, tümüyle gölgelerin içinde kalmış, bir korulukta, bir yarı tanrıymışçasına yitiyor.
 Uyuşturan renkler ve cansız lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde yavaş yavaş solup, eriyip gidiyor...
 Sanki böyle bir şey, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi...


**********************************************************************************




BECKETT, DÜNYA VE PANTOLON
Fellini’nin Amarcord (Anımsadıklarım) diye bir filmi vardı, baştanbaşa rengârenk, tropikal bir kuş gibi, bir anlatının sarmaladığı, düş doyuran bir filmdi. Filmin ortasında bir tavus, karlı bir kış günü, kasabanın ortasında kuyruğunu saçarak, tanrısal bir görüntü yayıyor ve izleyenleri de büyülüyordu. Oysa, İtalya gibi Akdeniz mitinin süslediği, gerçekte Avrupa kelebeği olan bir ülkede, tavus kuşu ne arar diye sormak kimsenin usuna gelmediğinden ve bir düşte geçmediği için sahne, filmin Fellini’nin çocukluk anıları değil, bir yönetmenin çocukluğunu, sinemanın olanaklarıyla süsleyip, s/empatik sanrılar üreten, filmatik bir şey olduğunu düşünmek gerekirdi sanırım.
İzleyiciye bir çocuğun düşlerini sunmaktı gerçekte amaç ve bir kurguydu bu!.. Fellini bunu hep yapıyor, kendi yeteneklerini yansıtıyor evet, olağanüstü bir estet ve görsellikle, ama gerçekte o izleyiciyi ele geçirmeye ve sinemayı büyülü kılmaya çalışan bir provokatördü kanımca… O görüntüyle insanların anlağının ele geçirilebileceğinin ayrımındaydı, çünkü filmlerinden hiçbir replik ya da motto kalmış değil benim düşünsel evrenimde… Sanat ya da gerçek sanatçı budur işte, bir olanaklar alanının tümünü kullanmaya gerek duymadan da, büyü veya tansık yaratabilen kişi büyük sanatçıdır.
Melevich resim yapmadı, Pollock yalnızca tuvali karaladı, Tarkovski film çevirmedi, düşündüğü bir şeyi bir yöntemle anlatma yolunu seçti, Joyce’da bir günlük bir şeyi, neredeyse bin sahifeye sığdırarak, tam tersi bir yolu izledi. Büyük sanatçı -deyim yerindeyse!- sanatın kendisini değil, bir yöntemin kendisini dünyamıza armağan eden kişidir. Örnekçesi, bakar bakmaz onun Pollock olduğunu anlarız, birkaç sahne çırpınsa önümüzde, ah bu Fellini deriz, yosunlu suyun akışında, düşünceyi imleyen bir dalıp gitmeye evriliyorsak, orada Tarkovski vardır ve anladığımızı anlamanın anlaşılmazlığına kapılmışsak Joyce’un oyununa geldiğimizi bilmemiz gerekir!.. Sanatın kendisi değildir büyüleyici olan, büyüleyici olan iki ayaklılardan kimilerinin sihirbaz oluşunda yatar, tansık ve düşüncemize durgunluk veren şeyler, sanatçının usa sığmaz becerilerinden başka bir şey değildir. Borges’in kimi öyküleri, Nazım’ın bazı şiirleri, Kavafis’in mitolojik ağıtları ve daha nice büyücünün yapıtları insanı o denli tutsak eder ki, eğer bir daha dünyaya gelseydim, onlarla yaşamak ve onları gene izlemek, okumak ve dahası tanımak isterdim.
Bu kişiyi bir puta tapar gibi algılamak değildir, büyüsüne kapıldığım edebiyatın, sanatın büyücüleriyle, dünya en azından, daha katlanılır bir dünya olurdu sanırım -belki de öyledir-, yaralarımız sarılmıyor, mutluluk kör bir gece feneri gibi arada bir kırpıyor gözlerini ama melankoli, karaduyular hepsinden ağır basıyor, dünya Nazım’ın şiiri gibi ‘ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir hasret’ yalnızca, ey kederli yolcular… Ama gene de, Eppur si muove!.. Ne diyebiliriz ki, ilk taşı günahsız olan atsın!.. Kabil’in kabilesi değil miyiz biz…
İnsan soyu tükenmiş de, artık bir organoid olmuşlar gibi sürdürelim, sanatçının tanımı, örneklerde olduğu gibi, angaje aydın olmayan, manipüle entelektüelliğe yaslanmayan kişidir gerçekte, diğerleri tüketici avlamaya çıkmış esnaf, Turhan Selçuk’tan bir ‘Gözlüklü Sami’ gibidir, onlarda iyi şeylere kucak açabilirler, bunun nedeni insan anlağının algı sınırları içinde bir hayranlık, büyü, şaşırtı veya kabullenime kapılacağımız içindir, insan anlağının sınırları dışındaki her şeye kayıtsızdır insan, hiçliği gerçekte tanımlayamaz örneğin, çünkü onun tanımını yapabilecek bir algı dünyasının içinde değildir, bir veride yoktur ve tam aksine bu dünyanın da dışındadır. Açıklamakta zorluk çekiyorum, çünkü anlağımızın dışındaki şeyleri dile getirebilseydim, onlar anlak içi şeyler olur-sayılır ya da anlayabileceğimiz bir biçeme, tanıtlamaya ve kavramsallığa dönüşmüş olurlardı. İnsan gerçek anlamda bilmediği şeyi, tanımlayamaz. Evrenin ötesinde ne vardır dediğiniz an, evren içi ama ola ki fantastik öğeleri sıralamaya başlar, tanrı nasıl bir şey dediğimizde, yüz yılların ataerkil bir cro magnon’u saymamız gerekirse insanoidi, onu atalarıymış gibi tanımlar ve ikonalarda uzun sakallı bir ermiş ve büyüleyici bir Herakles gibi karşınıza koymak, devleştirmekle yetinir. Tanrı bu yüzden bir kurgu, bir düştür. Bir imgelem ya da metafor, üstelik tanrılar konuşur da!.. Çünkü anlak sınırlarımız onu ancak böyle düşleyebilecek yetenektedir, devinim alanınız yeryüzüyse, göksel olanda zemine uygun hareket etmek zorundadır, kuş gibi uçar, duvarlardan geçer ve düşlerimize girebilir artık, Drakula, kartal ve korkunun imparatorluğunun bir sentezidir o, algı kapılarının dışına çıkamaz insaneller, tanrı yeryüzüne inseydi sözü bile, insansı düşlemin bir parçası olmaktan öteye geçemez.
Öyleyse önce insan vardı ve tanrı sonra yaratılmıştır diyebiliriz, paradoks ise, insanın onu kendini yaratan varlık, töz olarak tanımlamasıdır, içinden çıkılmaz bir şey değil bu, düş ve kurgular, fizik ve fizik ötesi maddenin aynı anda her yerde bulunabileceğini savlar duruma geldi ve sonuçların nedenlerden önce oluşabildiğini de ileri sürebiliyoruz artık. Öyleyse paradoksların bile gülünçlüğünde, tanrıyı biz yarattık ama o bizden önce vardı diyebiliyoruz kolaylıkla, kurguladığımız evrene tam tamına uygun bir açım bu, ta ki tanrı ben varım ya da yokum veya ben sizim diyene kadar!.. İşte bu son söz kozmikomik ve tanıtlarımızı yerle bir eden bir yaklaşım. Çünkü insan masallarına bağımlı ve ondan çıkma bir yaratık ve vargı ve yargıları için canını bile verebilir. Eh, tam da bu yüzden uygarlık biçimimiz değişmelidir. Değişiklik veya köklerin sarsılması, insanlar için ölümden daha korkutucu bir şeydir ama; öyleyse bilinmeyene yolculuğu olabildiğince güzel yaşamalıyız diyelim ve bu kargaşanın saltanatını bitirelim.
Bu kez de sanat nedir üzerinden sürdürelim diyalektiğimizi!.. M.V. Llosa büyülü gerçekçiliğin başarısını, belki ‘saf yazın’a uygun bulmadığından, bu yazın biçemini tropik bir kuşa benzetir ve büyüleyiciliğini, rengârenk tüylerin alımına yorarak, sonuçta bu tarzın kof bir yazınsal (ilahi) şaka olduğunu söylemeye getirir. Ne var ki şöyle düşünebilmekte gerekir, eklektizmle bir ilgisi var mı bilemiyorum ama her zaman hangi akıma yönelmiş olursa olsun, neyi anlatıyor olursa olsun, iyi yapıtın yanında olmak gerektiğini düşünmeliyiz. Voltaire’in bir sözü var; ‘Düşüncelerine katılmıyorum, ne var ki onları dile getirme hakkını sonuna dek savunabilirim’. Bunun gibi, bir radikal düşünceye bağlı olunsun ya da olunmasın, biçim ve anlatısında etkileyici olabilen her yapıtın önünde eğilmek gerekir. Oysa günlük yaşamımızda, Nazım’dan etkilenmeyeyim diye okumadım veya Dostoyevski gibi bir kumarbaz okunur mu, Tolstoy ulusalcıdır okunmaya değer mi gibi yaklaşımlar her zaman karşımıza çıkar. Bu sonuçta insanın ‘kendini unutma’sına yol açabilir ancak, literatürler arası bağların kopmasına, İskandinavya’da buzullar var diye gözden çıkarılmasına, okumak için okuyanlar, belki bu tür seçimlerde bulunabilirler ama okumanın ötesinde şeyler düşünenler için bu tutum, ölümcül bir yoksunluğa düşmekten başka bir işe yaramaz.
Yazının, güzel sanatların amacı, bir genelleme olarak, temelde insanı hümanist, güler yüzlü ve içrek bir erince kavuşturmak olabilir; derin bir algı, yıkıcıda olabilir evet ama yüzeysel bir katlanış, mutlulukla donanmış olsa bile, insani olmaktan hep uzak sayılacaktır ne yazık ki, okuyoruz, yüzyılların yolculuğunda bir arpa boyu ilerleyemedik belki de, ama salt dış bükey, görmekle yetinen bir varlıktan, iç bükey, soran, soru üreten bir varlığa evrilmemiz de, ilkel belleğin pagan büyülerinden kurtularak, söze, yazıya ve düşünceler üretmeye yönlenimin de sanırım okumakla, yazmakla, kadim kodeksleri bugünlere taşıyabilmekle bir ilişkisi, bir bağı olduğunu da düşünmeyi gerektirir sanırım.
Söz, bilincin dışa vurumudur, yazı ilk bilgisayardır, düşünebilme evresine -bilinç- geçişimiz, psiko-somatik bir pozitive olsa da tarihin ilk devrimidir. Kutsal kitapların oku diye başlaması boşuna değildir, Okumak (ansıma), varoluş adına ilk ritüelimiz, bir tapınma biçimi, bir vecd, kendinden geçmedir. Okumak kutsaldır, düşünmenin kale kapısı, algı dünyalarının sorular ve yanıtları, orada vücut bulur. Okumak gerçekte, varlığımıza, var oluşumuza şükretmenin o (yarı) bildik yoludur. Çünkü varlığın en büyük olmazsa olmazlarından olan tözlerin; bir haz, bir düş ve bir anımsayışın, benzeri olmayan eşsiz yollarından biridir. Yeryüzüne, evrene ve insansı varoluşa kayıtsız kalan -okumayan- bir anlamda cansız bir varlıktır. Okumak, düşünmek ve yorumlamanın evrensi bir koyutu, var oluşumuzun nedenselliğini yaratır anasıdır. Arayışın (varoluşun amacı arayıştır) tanrısal edimidir.
Konuyu genişleterek yaymaya ve öze yönelik bir daraltma, düzen vermeye de geçecek olursak, bir yazarda politisist anlamda bir toplumun önderi değil, ancak öncülü olabilir, dolayısıyla postmatüre kalmış bir toplumda, ne denli istemesek de, daha modern, içbükey yanı gelişmiş, Zenon paradokslarını aşkın çıkmazlarla dolu olsa da, görece teknolojik çağcıllığına erişmiş, süslü püslü toplumlara göre, fanatizme varan çok daha belirgin ayrışmalar gözlenir ve toplum düşünsel anlamda, çok daha primitif, şiddete yönelik ve bölünüp, parçalanmaya elverişli biçimde hareket eder, bu görüngü, düşünce ve bilgi konusundaki az gelişmişliği ve yetersizliğiyle doğru orantılıdır. İnsan için düşünce ve bilgi somut kazanımlar edinmeye çok yararlı bir güçtür toplumsal anlamda ama kendini aşma ve içgüdülerinden arınmış, tanrısal bir varlığa, cennetsi bir dünyaya ulaşma konusunda; henüz bu ayrıcalığın yaratabileceği bir ütopya ve bir düş ülke üretip, yaratamamıştır; hümanist insan nitemi, homosapiens ya da çağımızın homohome’u gibi düşünce boyutlarımızın sınırları bizi ilkellikten alıkoyamamıştır. İnsan ve düşünsel yapısı, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir ikili ve iki paralel doğru gibi ilerler, bedenin görüngüsü ruhu belirler, ruhumuzun naturası bedeni belirler, tıpkı alt yapının üst yapıyı belirlemesi ya da yazında biçimin içeriği belirlediği savı gibidir durumumuz. Düşüncelerimiz geliştikçe varoluş biçimimizde değişecektir, insan değiştikçe düşüncelerimizin de gelişmiş, değişmiş olduğu bir kesinleme olarak doğallıkla ileri sürülebilecektir. Bu şöyle tanıtlanabilir, düşüncemiz bizi belirler, bizde düşüncemizi, iç içedir her ikisi de… Ama belki de anlamak için Deloslu dalgıç gerekiyordur, düşüncenin her türlüsü kendine bir zemin bulamadığında; bir anomali olmaktan öteye geçemez.
Sonuç olarak az gelişmiş toplum, düşünce ve bilgi olarak yeknesak toplumlar; okumaktan ziyade, zamanlarını okuma kavgasıyla geçirirler, örneğin bu tür toplumlarda, hiç olmadığı kadar, bir edebi kişiliğin, yazar olup olmadığı tartışılabilir. Bir kitap daha okunmadan önyargının kollarına atılarak boğulabilir. Yazarın yazdığıyla yaptığı karşılaştırılarak, yazar ya da yapıtı darağacına asılabilir; ama bu dünya öyledir ki, bir yazar bile, belki yapıtıyla kendini eğitmeye çalışıyordur.
Bütün düşünceler, sözler ve bulgular anonimdir -ortakçıl- bu dünyada, Sartre’a mal edilen ‘Ben başkalarıyım’ sözü de başkalarının, yani hepimizindir. Ama bu söz işte kendini eğiten yazarın savunmasına Sokrates’çe bir güç verir, güçlendirir, çünkü bir yapıt hiçbir zaman yazarının değildir, o okuduğu, gördüğü, rentuistik dille söylersek, ç/aldıklarıyla yazardır. Öyleyse kendini eğitiyordur sözü bir hurafe değil tam anlamıyla bir gerçekliktir, neden olmasın. Yazar yazdıklarıyla kendini eğiten insandır kısacası!.. Şu da ileri sürülebilir ki, tüm insanların duyuları sanıldığından daha çok birbirine benzer, Kabil’in kabilesiyiz biz diyoruz ve iyi bir yapıtta herkesi kendine hayran bırakırken, arzu ve algılama gücünün varlığı hemen herkeste birbirine yakındır, ayrım nicel olup görecelidir ve birikim gibi temel ama çözümlenebilir bir sorunsaldan başka ortada çekinilecek hiçbir şey yoktur. İnsanı dış dünyanın egemen ve biçimselleşmiş kuralları, ekonomik, demografik ve demokratik gibi somut ve soyut bazlar ve bunların üzerinde bir kurgana dönüşen üstyapılar değiştirir, köreltir ya da yüceltir ve insanlar özünde aynıdır.
Ama bizler okumak konusunda hiçbir zaman özgür olamadık ne yazık ki, bunun nedenlerini hepimiz biliyoruz ve bu konuda en doğru yaklaşımın, tümümüzün bu sorunda payımızın olduğunu kabullenmekten geçtiğini biliyorum. Gün ve ah budur işte!..
Okumak başlıbaşına bir özgürlük kaynağı değil de nedir, sonra hangi okuma birebirin dışında öznel sayılamayacak bir gösterge vaat eder, bu olası mı, ama bizler yıllarca okumak konusunda birbirimizi güdülendirdik, resmi söylem ve baskı, kişisel eylem ve otozorbalığa dönüşerek, kendimize ilişkin ötenazi hakkını kullanma dolayımın da, bir bütüncüllükle okuyan okumazlar konumuna düştük ve birbirimizi yok ettik. Yeryüzü tarihi göz önünde bulundurulduğunda, baskıcı yöntemle onun öznesi kişi ya da toplumun, trajikomik bir yazgının paydaşları olarak sahnede yer almaktan başka hiçbir işe yaramadıkları açıkça görülür, kutuplar burada erir ve dönemin acınası yoksunluğunu yaşamış hayaletler kalır geriye…
İşte girizgâh bitti ve okuma yöntemi açısından bir azınlık ve herkese hitap etmeyeceğini bildiğim bir yazar ve bir yapıt var artık elimde, kitapta görülebilecek, bu yazın anlayışı; absürt, bir parça underground, bilinç akışı (belki de bilinç dışı demek gerekir), Kafkaesk ve felsefi anlamda hiçliğe eşdeğer nitelemelerle adlandırılmış bir yazın türüdür diyebilirim -yazını yadsıyan ve teoremada protest bir yaşamsal tavır sergileyen, argoyu ya da küfre bulanmayı adetten sayan literatür!- Seveni, sevdalısı az ama fanatiği çok, fanatizmi azgın, alışılmış olanı çarçabuk sövgü diyarına gönderen bir yazın kompartımanıdır dersek gönül verenlerini üzmeyiz sanıyorum. Bu yazını açımlayan, tümüyle olmasa da, diyagonal varyantını sunmak isterim. Lizbon hayaleti Pessoa’nın bir kuarteti!.. Bu tarz yazının tasım, kaygı ve bilinç akışı türünden, tüm sancılarını ne var ne yoksa, özünde yansıtıp, dışa vurabiliyor kanımca…
‘Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem / Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem / Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemeyeceğim / Ama bende dünyanın tüm hayalleri var’
Görüleceği üzere, bu yazın türüne bel bağlayanlar, Eldorado’nun altınlarıyla değil, Torino’da, sokakta kırbaçlanan sütçü beygirinin, boynuna sarılarak ağlayan deliyle ilgilenirler!.. Elimdeki kitap, kısacık, yazınsal bir manifesto diyebileceğimiz türden Dünya ve Pantolon adında ve absürt yazının (tiyatronun) öncülerinden, Samuel Peygamber’e, - gözlük camının merkezi, onu çevreleyen tüm noktalara eşit uzaklıktaki Beckett’e ait!..
Beckett’i artık sanatın Mediciler ya da masenaslar tarafından korunup kollanmadığı zamanların dışında izlediğim ‘Godot’yu Beklerken’ adlı oyundan anımsıyorum, yıllar önce... Vladimir ile Estragon’u unutmadım, salt kavranılır bir beklentinin, yalınkatlıktan, kaotik bir dolantıya -dolambaç mı demeli- evrilebileceğini ve umarsızlığın sanıldığı kadar yıkıcı olamayabileceğini -oyunun özü sezgilerimize göre, bilinçli bir bekleyiş, saltık bekleyişi amaçlar gibi, hiçbir beklentinin olmadığı, saf bir bekleyiş- ve belirsizliğin görünmeyen bir eyleme dönüşerek, anlakta bir sonuca, bir kesinlemeye yol açabileceğini o oyundan öğrendim diyebilirim. Yalnızca umut sonsuzdur bu dünyada, adı da bekleyiştir… Umudun saltık varlığının bir şey, bir töz barındırması gerekmez, Umut başlı başına bir varoluş biçimidir ve onun kendisidir salt beklenen. Var olan yalnızca bir bekleyiş, bir umuttur oyunda… Ama bu insanın naturasında bir melankoliye dönüşür doğallıkla, insan hiçbir şeyi tüm gerçelliğiyle kavrayamaz çünkü, belirsizlik ilkesinin varlığı, hiçbir zaman bir kesinlemenin çocuğu olamayacaktır, öyleyse aslolan umuttur, bir tür belirsizlik, bir tür kapılış ve bir bağlam, bizi ayakta tutan tek şey ve tek sonsuzluk!..
Eğer abartmış olmuyorsak Beckett’in bu oyundaki gerçek amacı, izleyicinin oyunu ‘kendi imgeleminde sürdürerek’ ayrımında olmaksızın, kendisini sahnedeki oyuncunun yerine koyarak, kişisi olduğu ve yerini aldığı atmosferde üreteceği düşüncelerle artık oyunu kendi düşleminde, kendi dünyasında sergilemesi amacını taşımaktadır. Bunun yaşamda da sürmesidir salık verilen elbette… Ama sahne bağlamında izleyicinin, bilinç altında bir oyuncu olarak, kendisini sergilediği, oyun içinde bir oyun düşünün, bunun başarılarak, izlenen oyun anlamında, yöneliminin, izleyicinin yarattığı ve bir gerçelliğe dönüşen sahne ve gerçekte var olmayan bir oyun,.. Düşüncesi bile güzel ve tuhaftır sanıyorum ama herkesin yöntem ve yorumlar ileri sürdüğü, sözü edilen bir oyun için bile, Beckett incelenmeye değer bir yazardır diyebilirim. Oyuna göre; insanlar yaşamıyor!.. Oyun bir tiyatronun izlenilmesini, bir anlam çıkarılmasını değil, gerçekte dünyevi bir durumu sunarak, tüm evren, öbekler ve varlıklar adına, kendimize kendimizi gösterip, bir gizi salık veriyor bize; yaşayan tek şey umuttur!.. Yorumlar ve ideler birer paradoks içerir, ken, kene, kendimiz, kenetlenme birbirinin tersinir kılabilir, aya seyahat, bir kaçış ya da yuvayı terk ediş gerçekte tümüyle ana rahmine dönüş özlemidir. Godot’u Beklerken’de kuru ağaçta bulunan, o tek yaprağında, son sahnede düştüğünü, olmadığını görürüz, öyleyse yaşayan tek şey umuttur söylemi de boşunadır gerçekte ve Beckett’e göre umut diye de bir şey yoktur. Bilinç akışının şövalyelerinin şövalesi; gide gide bir nihilizme, hiççiliğe dayanır çünkü, Ulysses bir hiçliğin döngüsüdür gerçekte ve kitap bittiğinde Reichstag yangını gibi kitabın yanıp kül olduğu duyusuna kapılırsınız. Öyleyse tek gerçek dünya dönüyordur. Ama evimiz bir türlü yerini değiştirmez ve güneşi de göremez!..
Risale görünümlü bu kitabında, resim ve sanat üzerine görüşlerini belirtiyor Beckett, kitabın içine girmek gerçekten zor, dediğimiz gibi bu yazın türünün temsilcilerinin, ne anlatırlarsa anlatsınlar, dünyalarına girmek zor, dilini anlamaya çabalamak ve arzulamakla bir parça başarılabilir sanıyorum, işte kitaptan kimi alıntılar; ‘Gerçek anlamıyla eleştiriden söz etmeyelim. Bir Fromentin’in,bir Grohmann’ın, bir Mc Greevy’nin bir Sauerlandt’ınkinden de iyisi Amiel’inkidir. Mala marifetiyle döl yatağı ameliyatları. Peki başka türlü olabilir miydi ki? Alıntılamaktan başka bir şey yapabiliyorlar mı? Grohman, Kandinsky’deki, Moğol yazı sanatı etkilerini açığa çıkarttığında (araya girelim, Picasso, görecelilik kuramının dünyayı sarsan popülerliğini, bir biçemle tuvale yansıtarak, Kandinsky’de 20. Yüzyılın başlarında tifo, tifüs dizanteri gibi tarihte Huneyn gazvesi veya Puvatya türünden çok, tanrının gazabının kırıma yol açtığı, tüm bulaşıcıların eması bulunduğu için, deyim yerindeyse dünya azılı bir dertten kurtulduğundan, bakteri, mikrop, amip, öglena ve zigot gibi mikroorganizmaların, basillerin resmini yapmaya koyulmuştur oysa, sanatçı çağından -algı dünyasından- kopamaz, bu anlak dışı kalmak gibi bir şey olur!), Mc Greevy, çok da yerinde bir tutumla, Yeats ile Watteau arasındaki yakınlıktan bahsettiğinde, ne değişiyor? Sauerlandt şu tanınmayan büyük ressamdan, Bellmer’den incelikle ve -dürüst olalım- pintilikle bahsettiği zaman, bu kime ulaşıyor? Herr Heidegger’in yazıları karşısında korkunç bir biçimde acı çeken Bellmer. ‘Das geht mich nicht an’ diyor. Bunu son derece alçak gönüllü bir biçimde söylüyor’.
Tek olan üzerinde düşünmek olanaksızdır. Eni konu düşünülmüş resim, her fırça izinin bir sentez, her çizginin bir simge olduğu, her tonun, binlercesi arasından seçilerek bulunduğu ve örtük tasımın kırılıp bükülmeleri ile son bulan resimdir. Hercai bir ölü doğadır. Ameliyat masasındaki dikiş makinesidir. Aynı anda hem cepheden hem de yandan görülebilen figürdür. Bu aynı zamanda hiç şüphesiz ki –kesinkes doğru olmasa da, memeleri sırtında olan bir hanımefendidir. Böyle bir resim kendi tarzında başyapıtlar üretir.
En sonunda bulunmuş olan, merkezi her yerde olan ve çevresi hiçbir yerde olmayan bilinmeyen’den başka bir bilinmeyen istemek olanaksızdır; ne onu durdurabilecek bir etkenin var olduğunu öne sürmek olanaklıdır, ne de onu durdurma amacının var olduğunu. İşte tam da bu yüzden, bu hayranlık ve heyecan uyandıran şeyi bundan böyle görmemekten, zamanın körlüğü içine girmekten, hiçbir zaman ölmemiş olan gövde burgaçları önünde sıkılıyor olmaktan ve kavakların altında titreşmekten bahsedilebilir. O halde onu, mümkün olan tek biçim aracılığıyla, göstermekten başka bir şey yapılamaz. Eleştirinin eleştirisi. Basit olanı düzene sokmak olanaksızdır. Sanat sıçramalara bayılır. Yaşamın sayısız koşulu ve bedeli vardır… İşte kitabın araladığı sözdeyişler. İnsanlar felsefeden sıkılır, nedendir bu… İnsan kendisiyle evlenirse hangi gerekçeyle boşanır sorusunun yanıtı, çatının onarımını geciktirdiği için değildir, insanın ruh ikizi ya da birebir kendisi sonsuz uyum ve bir mezomorto, diyesim yarı ölüm gibidir. İnsan kendisiyle geçinemez, bundandır öteki kendisi ya kölesi olacaktır, ya kendisi, onun kölesi olacaktır artık, bu da diğerinin gerçekte yokluğu anlamına gelir ki, ortada evlilik diye kavram kalmaz, bunun zıtlık hali de benzeri gerekçeler üretir, ayrıksı olmasının önemi yoktur, sonsuz uyum ve kutuplaşma, her ikisi de devinir bir evrende anomaliye yol açar kaçınılmazlıkla, öyleyse bunların açımını ancak felsefe verebilir, basite indirgediğimiz örnekte, çatının onarımı bir somutluktur, durumdur, son tepisi sayılır olay ufkunun, gerekçe ondan öncekilerin birikimidir deyim yerindeyse, bu yüzden felsefe bize yaşamı ve onun nedenselliğinin kavranellerini ve tüm varyantlarını dile getirebildiğimiz bir araç bir tözdür. Felsefeden sıkılan yaşamı yadsıyor ve yaşamdan sıkılıyordur ne yazık ki, yaşam sevinci bile derinlerde bir anomalinin göstergesi olabilir, içimizdeki kablolar gibi birbirine bağlıdır nedenler ve yaşamlar, üzünç ve melankolide, mutluluk ve haz birbirine evrilir ve bir tür birbirinin türevidir gerçekte ve temelde algı biçimimiz sorunların çözümlenmesinde aracı olabilir… Öyleyse düşünme, okuma, yazma -üretme, yorumlama- sonsuz bir uçurum, bitimsiz bir varyant ve anlağın sınırlarının paramparça olmasına yarar bir düzenektir. Görüşlerimize çokça bel bağlamadan ama, değişmeyen değişmektir.
Sonuçta; Nazım’dan, Eliot’a, Borges’den, Sezai Karakoç’a, Cansever’den, Mehmed Rauf’a oradan Gülseli İnal’a yüzlerce deniz feneri var, hepsi başka bir dünyanın esin perisi olsa da, Ormanda Ölüm Yokmuş’dan, Odisea’ya, Evrenin Sırları’ndan, Solaris’e, Kale Kapısı’ndan, Chöd Raksları’na kanat çırpmakta yarar var.
Halil Cibran’ın bir meselinde, din adamı bir dindarla, inançsız bir bilge, gece yarısına dek tartışırlar, sabah olup evine döndüklerinde, din adamı tüm kitaplarını yakar, inançsız bilge ise kitapları arasından, yıllardır tozlanan o biricik kitabı çeker alır ve de bir dini inancı vardır artık!.. İnsan asıl karşı çıktığı şeyleri derinden öğrenmelidir ki, kendi gerçekliğini inanılır kılabilsin, sonra yeryüzündeki her şey, bağımlılık dolu kurtuluşlardır, din olmasaydı, ateizm olur muydu, tanrıya inanmasaydık, onu yadsımaya gerek kalır mıydı… Din ateizmi yaratırken, ateizmde dini besleyen bir olguya dönüşebilir ve bütünüyle olmasa da Oscar Wilde’nin bir öyküsü, şu düşüncelerimizi belki açımlayabilir…
‘Narkis, suda hayranlık dolu güzelliğine bakıp övünürken, su; Ben onun gözlerinde kendi tanrısal akışımı izliyordum der…’ Yazın sanatının yaratıları sanıldığı gibi aramızda bir şey değil, olabildiğince dünya dışıdır, hele Beckett, kitaplarında, açıkça öngörülmese de, tüm olan biteni hiçler, bir boşunalığın girdabına sürükleyerek, okuru boğmaya çalışır ve en önemlisi kendimizle olabildiğince etik dışı biçimde, yüzleşmeye çağırır ve belki de tüm bu olanlardan sonra o da, yaşam onu sürekli şaşırttığı ya da acılar verdiği için, bir ütopyanın ya da özlediği türden bir yaşamın, için için peşinden koşar veya böyle bir şey için bizi zorlar ve belki de güdülemeye çalışır; ama yaşamın nasıl olması gerektiğini ve onun ne olabileceğini bize söylemez Beckett, gelecekle bir tür yüzleşme sayılabilecek, yazın dışı böyle bir kehanete girişmez, hatta bunu hiç sorun olmayacağı halde, kendisine bile fısıldamayacaktır, bunu hafiflik sayar.
Sonuçta, bireyin kendine yabancılaşması, yaşama karşı uyumsuzluğu ve bunun önlenemezliğiyle, onmazlığı üzerine, bir hiçliğin burgacında, kozmik salınımları dile getiren, umarsız bir yazın türüdür Beckett’in ki…
Son bir söz; ‘Göz ucuyla bir şeyin ansızın kayıverdiğini gördüm. Yerimden fırladığımda anladım ki kendi yansımdı…’
Son bir dize…
‘İşte bu söylediğim bir şarkı ki / bir yerde söylendi ve şarkı değildi / ki bazıları ve ben bana baktık / pembe aynanın içinde / ve bakış da bana ve paltolara baktı…’
Bilinmez, umut etmek için belki de, umutsuz olmak gerekiyordur!..







23 Ağustos 2021 Pazartesi


YAZGI

 

Güneş sistemini oluşturan maddenin yüzde doksandokuz tam onda dokuzu güneşte bulunuyor. Gezegenlerin kapsantısı bir tüyden daha hafif. Ama üçüncü gezegene bakıyorum, denizlerde hareket var, dağ taş tavşan dolu, kent dediğimiz yaşam öbekleri, üç boyutlu metal cızırtıların egemenliğinde, insanlar tıraş oluyor, işe gidiyor, kravat takıyor, aybaşı görüp, mastürbasyon yapıyor, daha bir sürü usa sığmaz şeyler, ne ilginç! İşte bu garip oluşumun parçalarından biri de benim. Anlatacağım şey o denli ilginç değil ama bu çılgın belirsizlikte yüzen, sıradan bir öykü olarak en azından var! Yazarıysa belli ki çarpıcı şeylerden sıkılmış olmalı, üstelik araya, ‘Asıl çarpıcı olan sıradan bile bulamayacağımız öylesineliklerdir’ gibi bir klişede sıkıştırıyor. İşte o öylesinelik...

 

Öğrenimini ana kucağından uzakta sürdüren çoğun gibi, okul çağlarında uzun süre kiralık evlerde, hatta odalarda kalmıştık. Denizli ili, Kaplanlar mahallesindeki son kiralık evden ayrılırken, kardeşlerin en küçüğü olduğum için, taşınma işini izlemekle yetiniyordum, unutulan bir şey var mı diye, son bir kez bakmayı benden istediler, kurt yeniği tahta merdivenlerin ev boşalınca nasılda kırılgan olduğuna şaşarak, boş odalara daldım, küçük ve küçüğün küçüğü iki odaya, görevimin bir şeyin unutulmuş olmasından ziyade, bana biçilen rolün yerine getirilmesi olduğunu bildiğim için, kaçarcasına son bir kez baktım, giderayak bir de odunluğa, burası oda sayılmasa bile, hamamlık (yoksullar bunu iyi bilir) sayılabileceği için gene de bakmıştım. İyi ki bakmışım, o ivedilikle dipte ölü yaprak renginde, eski bir zarf ilişti gözüme, bir mektup, kardeşlerime hiç söz etmedim bundan, yıllar sonra okumak üzere şöyle bir açtığımda, düşündüğüm gibi, belki bir özyaşam öyküsü veya deneme amacıyla yazılmış sayfalar çıktı karşıma, yazan kendisini mi anlatıyor, anlattığı şeyi yazan kendisi mi, onu bile anlayamadım diyebilirim. En iyisi okuyalım...

 

Anadolu coğrafyasının ege plakasındanım, önemi yoksa bile gene de söyleyeyim, ayrı ayrı bayraklarla donatılmış bu gezegende, yüz yıl önce Osmanlı’nın yıkılmasıyla ortaya çıkan ülkelerden, önasyadakinin, orta batısında, Denizli ili, Çal ilçesi, İsabey köylüğündenim. Tüm insanların yaptığı gibi önce adımı soracağınızı biliyorum, ben öleli çok oluyor, adımı anımsayamamam doğal sayılmaz ama, ölüler ülkesinde geçen süre, bellekle ilgili atomların çoktan parçalanmış olmasına yettiği için, konuşabiliyorsam da, bir adım yok, yinede Sahir olabilir diyorum, ama kesinleyemiyorum.

Kendimden söz edeceğimi sanmayın, lütfederseniz, öteki dünyada, -sizin dünyanızda!- geçen bir kaç zaman diliminde başımdan geçenlerden söz edip alıntılar yapacağım. Bölük pörçük olabilir, bir ölüye yakışır bu, hem ölülerin ardında kalan, zamanla tüm canlılığını yitiren solgun sayfalar değil midir. Doğduğum yeri açayım, İsabey kasabası, Demirler mahallesi, Emirler sokak, No:13. Emir, demir, İsa, onüç, size ne düşündürür bilemem ama, benim bildiğim her halttan istenirse bir şeyler çıkarılabileceği üstünedir.

Çocukken gittiğim Kuran kursu dışında, ergenlik çağında aldığımız okuma yazma eğitiminden ötürü, alfabetik anlamda okur yazar biriyim. Okuma yazma hocamızın adı Muhammet’di, şişman, ablak suratlı, esmer, kalın kaşlı bir adamdı, kısa boyuyla hükümranlıktan sıkılmış Lagaş kralı gibiydi, zaten onun için ‘Hoca’ diyorum.

Yaşamda yapılabilecek her çılgınlığa, tümüyle uzak bir peyzaj çizen -lingam- (neye yazılmış bu), bu halim selim adam, günün birinde bir kır gezisinde, okuttuğu çocuklardan Zühre’ye tacizde bulununca, tüm kasaba şok geçirmiş, Muhammet hocada soluğu başka bir kasabada almıştı. Uzun süre onun öldürülmesini bekledik, gerçekleşmedi ama, kendimden biliyorum, onun öldürülmemesi hepimizde kırık bir boşluğun doğmasına yol açmıştır. Şimdi düşünüyorum da, yaşamda böyle bir olayın cinnet yada masumiyet değeri bir inci tanesi kadar bile yok, öldürülmesini arzu etmekten dolayı utanç içindeyim. Ama hep ustan söz ederiz, üstüne basa basa söylüyorum: İnsan usunun esiridir. Gene de Zühre’nin güzelliği ben dahil herkesi büyülüyormuş ki, hepimizin tabusuna dokunulması, anlağımızı kızıl bir çanağa çevirmişti. Bu tip olaylarda doğruyla yanlışı ayıramayıp işin içinden çıkamamak belki de en geçerli yoldur sanırım.

Neyse, ben yurt savunması adına yaptığım 20 yaş görevime dek, köyden dışarı çıkmış değildim. 0kur yazar olmama karşın, yaşadığımız dünyayı, gören gözün çevrelediği dağlar kadar sanıyor, köyün yaşam kurallarına uygun yaşayıp gidiyordum. Örneğin uyuyordum, camiye, kahveye girip çıkıyor, zorda kalmadıkça ne pazara, ne mezara uğruyordum. Hasbelkader yazı yazar, oyun bozar (kahvede), aylak gezerdim. Ekin biçmek ve kuş avlamak  dünyanın hakkını vermek sayılırdı bizim yurtlukta.

Bir gün köye yeni bir imam geldi dediler, (karşı dağlardan), bizim cami, toprak damlı, tek katlı bir yapıydı. Merak edip gittim, normal bir adamdı, ama bu dünyada her ademin bir düsturu vardır, bu imamda bir gün camide bulunan kitapları (daima tozları alınır ve özenle yerine konur) ayıklamaya kalktı, o gün gölgede oturmak için ben de camideydim, çeşitli (Hadis ve Kur’an başta olmak üzere) kitapları ayıkladıktan sonra, üzerinde Eski Ahit yazılı, minicik harflerle dizili bir kitap bulduk, imam duygularını gizlediği bir paravanın ardından konuşurcasına, bunu önceki imam mı bıraktı dedi. Bizde önceki imamın kitaplığa bir gün bile dokunmadığını, zaten kitapların bir süs olduğunu söyledik, yüzü biraz dinginleşti ama gözlerindeki anlam değişmedi ve kitabı elime verip bana güvendiğini söyleyerek, şöyle bir süzdükten sonra, derenin akıntısına bırakmamı söyledi.

Köyün aşağısından dere geçerdi, o an içtenlikle aldım. İmam o gün, Angloma, kelebek dişi, sadalmelik, koyun ve domuz, sulfata ve Kevser gibi laflar ederek sözünü bitirince (dinler gibi görünürüz), kitabı dereye bırakmak üzere yola koyuldum ve ilk kez, içine düştüğüm aylaklıktan olsa gerek, kitabı açıp şöyle bir okuyayım dedim (şimdi içimde bir heves varmış demek ki diyorum), inanın daha ilk satırlarda bir ilgi, bir merak aldı götürdü beni, bir taşın üzerine oturup sakin sakin karıştırmaya başladım, sonra Yeni Ahit diye bir bölüm daha olduğu gözüme çarptı, sonuçta kitabı atmamaya karar verip, bütün kış onu okudum, köyü çevreleyen dağlardan çıkıp, geçmiş ve geleceğe, anlaşılmaz olan tüm alemlere geçişim, gelişip değişmeye elverişli bir evrim canlısı gibi, o günlerde başladı. Kendime değil kitaba şaşırmıştım, Pavlus’un Mektupları, Süleyman’ın Meselleri bölümlerinden  hala beğeniyle söz ederim. Yalnız burada çarpıcı bir noktaya değinmek isterim; Eski Ahit’teki yerlerin, İsa’nın oyalandığı yörelerin, Zeytin Dağı’nın , beyaz eşeğin, değirmenlerin anlatımında inanılmaz biçimde kendi köyümüzü bulmuşumdur. Sanki Celile, İsabey, Golgata (kafa kemiği demekmiş) bizdeki Araplar Tepesi, Zeytin Dağı’da  Çökilyas’tı. O hırpanilik, o yoksulluk, o süzgünlükte cabası. 2000 yıl öncesi gelmiş ve ne hikmetse bizim köye girip bağdaş kurmuştu. İnsanlar kandille aydınlanıyor, zeytinyağlı fenerlerle hayvan ahırlarına girilip, kelterlerle saman veriliyor, arpalar serpiliyor, keçi, koyun, düve ve katırlarla iç içe yaşayıp gidiyorduk. 2000 yıldır bu köyde hiç bir şey değişmemiş miydi? Dut ağaçları, kümesler, avlular, Judaslar, otlar, pıtraklar, şarap evleri, hepsi Tevrat’dan çıkma, hepsi Musa’nın , Meryem’in günlerini yaşamaktaydı. Üstelik bir tuhaflık daha vardı, köyün adı da ilginç bir buluşumla İsabey’di. Yarı gülüt düşünürüm, göçerler kurmuştur bu köyü ama, adının İsabey oluşundan dolayı hep huylanmışımdır. Eski Ahit’i okumayan bu benzerliği kavrayamaz, dahası bugün bile, elektrik ve traktör dışında aynı meczupluk sürüp gitmektedir. Köyde İsa bir yerlerde saklanıyor olmalı, baksanıza elektrikte onun  mucizelerinden biri zaten!.. Musa’da belki bir gün, düşlerin ulu görkemiyle, elinde asası, Baklan ovası tarafından köye girecek. Gerçekte köyde dolaşırken, hep bir Selçuklu Oğuzu karşıma çıkar ama, köyün göçük ve mitik yüzünü, Meandros’un kıvrılarak akıp gidişinde görebilmek için, gene de o kitabı okumak gerekir diye düşünüyorum. Neyse, ben İsa’nın, Musa’nın buralarda yaşadığını sanırken bir gün benimle beraber 4 arkadaşı, nüfusa kayıtlı gönüllüler olarak, iki er ciple önce Çal jandarmasına, oradan da ver elini Antakya’nın Samandağ’ına askerlik yapmaya gönderdiler. Uğradığım şaşkınlığı bu kez de saklayamam, trenle geçtiğimiz yerleri hiç bir zaman unutmadım, dünyada binlerce İsa, Musa ve binlerce İsabey olduğunu o zaman anladım. Bütün köyler, bütün kasabalar birbirinin aynıydı, üstüne üstlük askerde bile tıpkı bana benzer biri vardı, sesi, yüzü, her şeyi... Dünyayı anlamaya çalışırken, daha bir kargaşaya dönüşmesinin önüne geçemiyordum, sürekli kendini yineleyen ve hiç değişmeyen zemberekli bir oyuncaktı sanki dünya, çevrilerek kuruluyor ve hep aynı şarkıyı çalıyordu. Tanrıyı -benzetmeme izin verirseniz- vodvil sever bir monark gibi düşünmeye başladım. Düşünceler genişledikçe, işimin zorlaştığını ayrımsıyordum, keşke Eski Ahit’i dereye atsaydım, ben “kendi şapkamın altında mutlu” cehaletin sükunet dolu denizinde bir hoş, yaşayıp gidecek, bilisizliğin verdiği aleni ukalalıktan nüfusa bile yazılmayarak, yaşamında bir kez bile köyün dışına çıkmadan, 91 yaşında ölen Syblimiz, Kör Eşebe gibi gamsız, tasasız ölüp gidecektim.

Büyüyü Tevrat bozdu, ama yıldızlar arası bir olayda geçen kriket karşılaşması gibi, bütün bunların en ilginci, bir gün minik radyosuyla dikkat çeken, kırmızı boyalı bir kadillak üzerinde söylev veren politikacının, sizleri Almanya’ya göndererek işsizliğe çözüm bulacağız vaadine kanarak, Almanya meseline herkesten önce parmak kaldırmamla oldu. İçimde kıvılcımlanan coşku ve merakı İsabey’de kimse anlayamayacağı için, yoksul şayak pantolonumla, Almanya uğruna böyle yürekten atılmama sonraları kim bilir kimler acımıştır. Köylüler kendi ılımlı dünyalarının dışındaki her devinime, ölümcül bir tehlikeymiş gibi bakarlar ve gönülsüzlükleri düşman çatlatır.   

Evet, bizim lakabımız Azizlerdi. Beş kardeştik, söylemenin yeri geldi, Eski Ahit’ten dolayı içimdeki pusulayı şaşırmamın asıl nedeni, İsmail, İbrahim, Zekeriya ve İlyas’ın kardeşlerim olmasıydı. Üçüncü (ortanca) kardeş olarak (Tanrı, ruhül Kudüs ve İsa gibi!) adım Nuri de olabilir, ama gene de bir türlü anımsayamıyorum, yalnız Nuri’nin diğerleriyle uyuşmadığını asla düşünmeyin, o nurlu demekle, tanrıya hepsinden daha yakındır. İşte tamda bu nedenle, Eski Ahit benim gizemim olmaya başlamıştı, onda soyağacımı arıyor, köyün adının bile İsabey oluşundan ötürü imgelemimde anlam denizlerine sürüklenip gidiyordum. Gene de Almanya Cumhuriyeti’ne gitmek gibi dış dünyadaki olası yazgıma herhangi biçimde karşı koymadan yaşamımı sürdürüyordum. Düşünceler başka, yaşam başkaydı. Bunu bir tür kurnazlık gibi kabulleniyor, dış dünyanın olasılıklarına, olabilirliklerine anında uyum gösterebiliyordum. Bu nedenle imgelemimin, düş denizleri gibi genişlemesine de ses çıkarmıyordum. Sonuç olarak, Almanya yalnızca lastik üretilen bir fabrika, yahut ta dört tarafı duvarlarla çevrili bir boşluk olabilirdi, kim bilir nereye, ne yapmak için çağırıyorlardı bizi. Unutmadan söyleyeyim, erlik ocağımız Antakya’da, Pavlus’un yurdu çıkmaz mı, artık Eski Ahit’le bir bağım olabileceğine iyice inanmaya başladım, köyde demir sandıkta bırakmıştım onu ama, söylemeye çekiniyorsam da, kendimi önemli biri gibi duyumsuyordum artık, belki bir tür peygamber olabileceğimi düşünmeye başladım, engin bir bilgiye sahip değildim, merhametli olmak gibi; bir gönencin sınanması için, tanrım benim gibi yoksullara olanak tanımıyordu, mucizeler göstermek gibi insanüstü yetilerim olduğunu coşkuyla ileri sürecek havarilerim yoktu, dahası gelecekte benim için türlü meseller uydurulup uydurulmayacağını da, usumdan geçirecek kadar cesur olmadığım için ahkam kesemiyordum, yalnız düşlemek gibi herkese nasip, ama kimsenin kullanmadığı bir koza sahiptim. Konuşuyor, serbestçe atıp tutuyorum ama, Almanya meseli ortaya çıktıktan sonra işler sarpa sarmaya başladı, düşlerim gerçeklerle gereğinden çok çatışır oldu. Örneğin yalvaçlık düşü, olaylar ve olanlar karşısında komik bir hülya gibi sırıtmaya başladı. Elbette nedenlerini anlatacağım, gidecekleri seçerken, İsa’nın anasının öldüğü yerlere yakın bir kentte (Smyrna) etimize kemiğimize baktılar, günler geceler geçti, sakınır olmaya başlamıştım, düşlerim gerçeklerden kaçar olmuştu.

Dişimi, tırnağımı inceliyor, kafa çevrenimi ölçüyor, bir kadın gibi kalçalarıma dokunuyorlar, hatta penisimi tutarak evirip çeviriyorlardı. Çiş yapmak, gözlerin ağını gösteren çemberler çizmek, yok yere soluk alıp vermek... Bizim köyde beygir alıp satılırken yapılırdı bunlar! Pes etmedim, gelecekten çok şeyler uman seçilmiş bir insandım ben, İsa’nın çilesi, Musa’nın acısı da belki böyleydi, hiç ses çıkarmıyordum, gençliğim bütün bunların üstesinden gelirdi, hem ben... onlar nereden bilsin ki... Bir işçi topluluğuyla, eskitemediğim umutları taşıyarak Münih’e ayak bastım, oradan da banliyölerden bir otomobil fabrikasına götürdüler. Gülünç ama, bizimkilerin şaşaalı diye tanımladığı bir yaşamın içinde, oralarda ne olup bittiğini pek çok insandan yıllarca ve yıllarca duyduğunuz için anlatmayacağım. Tam 13 yıl yalnız yaşadım, permanganat suratlı şefime usulen söylediğim merhaba dışında, ne Türk, ne Alman, ne kadın ne erkek hiç arkadaşım olmadı. Dakik hareket eden, ayakta yemek yiyen, Titanik gibi tabutta geceleyen yaratıklar olmuştuk. Tanrının makineleriydik. İsa ile Musa, Hans ile Thomas’a dönüşmüştü. Kimi gereksinimler, jeton denilen demir pulcuklarla karşılanıyor, konuşmanın yerini susmak, eylemin yerini durmak alıyordu. Uzun sözün kısası, 13 yıl kobaylık yaptım. Ta ki bir Alman kızının sabırla ve dirençle ilgilenip, bendeki derin sessizliğin gizini ölesiye merak edene kadar. (O aralar Çökilyas dağında bir tavus kuşuyla olan saklambaç düşünü görüyordum sık sık) Alman kızının adı Eva (Havva demekmiş!) Rosalin’di ve gerçekte bir museviydi. Yavaş yavaş dostluğumuz ilerliyor, bu gönülsüz çilem bitiyor diye düşünüyordum ama çok küskündüm, bir daha ne İsa’ya, ne Musa’ya dönmedim, düş kırıklığı beni katılaştırmış, tenor uykusu gibi her şeye sıçrayıp uyanan birisi olmuştum. Makinelerin ortasında, Eski Ahit’in insanı hareleyen mistik havasının beni ahmak yerine koyduğunu düşünmüştüm. Demirin buzla örtülü dünyasıyla, İsa’yı sevmek arasında ne gibi bir ilgi vardı. Bir gün, üzerimden ölü toprağı kalkar gibi, İsa’dan Musa’dan, Antakya’dan söz ettim Rosalin’e, hiç unutmam hemen kentin en yüksek yapısı Reims Katedraline götürdü beni. Orada kızıl pencerelerin ışığında, çarmıha gerili İsa, düşlerime geri dönmeme yol açtıysa da, benim köyümün kırık dökük değirmenlerine çok uzak ve Eski Ahit’tende alabildiğine başkaydı... Rosalin’le geziyor, eğleniyor, düş kırıklığımı ve yiten peygamberliğimi unutmaya çalışırken en ilginci de sevişiyorduk. Benim yaşamımdaki ilk kadındı Rosalin, bu nedenle Havvammış gibi tapardım ona. Bendeki küllenmiş Eski Ahit aşkını sezen Rosalin pek çok kitaplar verdi, artık dünya gözümde değişmeye başlamıştı. Küskünlüğümü atarak aşkı keşfediyordum, aşk yaşlı ruhuma gençlik aşılamış, kinetik bir enerjiyle yaşamımı evirip çevirir olmuştu.   Rosalin... gülümdü benim ve ben ona sık sık güller armağan ediyordum, dahası o sıralar Hölderlin’i okumaya başladım, inanın içimi bir erinç kapladı, ama delirip ölmüş olması beni çok üzdü, ben delirip ölmemiştim, ama ya Hölderlin!.. özel nedenlerle hayran olduğum birini, iç dünyamda taklit etmem, yani onun gibi intihar etme düşüncem, ama bir türlü becerememem, ruhsal açıdan ezilmeme yol açıyordu. Ardından Genç Werther’in Acıları’nı okudum, bir intihar daha, ama yaşamımda İsa ve Musa dahil ortak yönler bulduğum kişilerin çoğun kendini öldürmüş yada öldürülmüş olmaları, gariptir beni intihardan uzaklaştırdı, farklı olmayı başarabilmeliydim. Bir gün aniden Rosalin’in küçük kardeşi -elim bir kazada- ölünce üst üste gelen bu karamsarlıklar ve gönül dostumun acısını alabildiğine paylaşabilmek için yazdığım şiiri, tüm ailesinin gözleri önünde Rosalin’ime okudum:

“Mezarımın üzerinde kuruyacak yeryüzü / Anne, anneciğim / Unutacaksın sen beni / Yabani otlar dalgalanacak üzerimde / Baba, babacığım / Ne de sen özleyeceksin beni / Kara gözlerin yıkanır yaşlar dinince / Abla, ablacığım! / Artık acı üzmeyecek seni / Canım kardeşim / Ancak sen unutmayacaksın hiç / Var gücünle yok say beni / Sen ise durmadan üzüleceksin kardeşim, ölünce / Yanıma uzanıncaya dek. / Ey tekmelediğim neşe dolu yollar / Acımasız çıktınız. Kölemdiniz oysa! / Ya sen kara toprak / Ayaklarımın çiğneyip kardığı kara toprak / Mezarımı örteceksin. / Soğuksun ölüm, tanrın ve efendin idim / Yıkılır gövdem yakında toprağa / Eririm / Ruhumsa gider belki cennete / Belki bir bilinmeze...”                                  

Bir Çeçen ağıtı gibi dokunaklı buldukları dizeler, benim büyük bir ders almama yol açtı. Her şey bir yana şunu anladım, yaşamda asıl acı çekenlere, onlardan çokca üzülürmüş gibi yaklaşırsanız, size güvenmez ve inanmaz olurlar. İşte bende Rosalin’in acısını peyderpey paylaşınca, birden uzaklaştı ne yazık ki. Nedenini söyledim ama; belki yinede kimsenin bilemeyeceği yaşamsal gizleri vardır ayrılıkların. Hiç bir zaman asıl terk nedenini öğrenemedim, belki acıları paylaşmak değil, onlardan kurtulmak ya da olanları unutmak istiyordu Rosalin, benim mistik yanım, yaşadığı acı gerçek karşısında komik bir yetersizliğe, yada kişiyi çileden çıkaran bir teslimiyetçiliğe sürüklemiş olabileceği için, ilgisi aniden bir tiksintiye de dönmüş olabilir diye düşünüyorum. Rosalin beni terk etti, telefonla ulaşamıyor, çaldığım kapılardan dönüyor, geçtiği yollarda boşuna bekliyordum, onu bir daha göremedim. O sıra Titanic’i okudum, Enzensberger’i. Titanic tüm yaşadıklarımızın, boşunalıklarımızın bir aynasıydı sanki ve son dizesi şöyleydi “Belirsiz, söylemesi güç, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum.” Evet, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorduk...

 

Artık anlatamıyorum, ne romantik Schiller, ne Goethe, nede kara yoksullukçu Walraff teselli oldu bana, bu anlayışsızlık denizinde, neredeyse Hitler’e sempati duymama ve hatta insanların şiddete yönelmesini yerinde görmeme neden olan belirtiler oluştu. Fabrikada ise tek bir slogan vardı: Daha çabuk, daha iyi, daha çok... En kısa zamanda, daha iyisini, daha çok yapacaktınız... Zaman kazandırır, hem size hem bize deniyordu ama, kimse zaman nedir diye sormuyordu. Straus ve Wagner dinlemeye başlamış yaşamdan da umudumu kesmiştim, “Anladım ki zaman bazen 3, bazen de bir hiçti!..”

 

Bir gece düşümde bir tavus gördüm, ama önce kulağıma biri hiç ilgisi yokken, “Şu çarşaflı kadın, 2000 yıl önceki imparator Septime Severe’in Roma’sında yaşasaydı, sarayın sefahatına karışacak ve Caracalla’nın babasıyla olan sürtüşmelerini dinleyecekti” dedi.

Düşümde ıssız bir ormanda tavusun peşinden koşuyordum, renklerin çılgın tanrısının peşinde... Rosalin’in bıraktığı Direyler Ansiklopedisi’nde kuşu bulduğum zaman onun tavus olduğunu anladım. Çökilyas dağında dolaşırken, bir uçurumun dibinde, bir uzay kolonisi gibi yemyeşil parıldayan koruda gördüğüm o tuhaf kuş. Bir mayıs sabahında can sıkıntısından dağa çıkmıştım, yalnızlığın dolambacında kolan vuruyordum, kuş sürüleri çığlık atıyor, acayip ötüşlü bir kuşun sesi diğerlerinden ayrılarak yamaçlarda yankılanıyordu. Dağın etekleri aydınlanıyor, kertenkeleler kayalarda devinirken, gelincikler kovuklardan başlarını uzatarak güneşi selamlıyorlardı. Sümbüller, öteye beriye serpilmiş mavi otlar, sarı, tırnaksı çiçekler, minicik mavil kuşlarla cıvıldaşıyorlardı. Pembemsi şeyler ayaklarıma bulaşırken, uzun, yay gibi bitkilerin rüzgarda savruluşuna tanık oluyordum. İşte o sıralar inmiştim, kimselerin sözünü bile etmediği o gizemli koruya, yamaçtan dolanarak aşağılara sarkmış, düzlüğe kavuşunca da, ardıçların, meşelerin arasında yürürken görür gibi olmuştum kuyruksaçanı. Ben yürüdükçe, çalıların ardında, sarmaşıkların içinde rengarenk düşsellikte,  gösterişli bir yaratığın, uçuşup kaçıştığını duyumsar gibi oluyordum. Salt sessizliğe bürünerek ayak seslerimi kestim ve bir böğürtlenin arkasına saklandım; beklemeye başladım, ama durumumu sezen tuhaf kuşta, sanki beklemeye başladı, bu kez sessiz biçimde, büzülerek yürümeye başladım, birbirimize yaklaştığımızı duyumsuyor, neredeyse karşılaşacağımı umarken, yine birdenbire yitiveriyordu. Sonunda irili ufaklı taşların yolak yapıp kıvrıla büküle suya kavuştuğu bir patikada, tuhaf çığlıklar atan, renkcil acayip bir kuşun minik mahmuzlarıyla sekerek, suyun içine dalıp gittiğini gördüm... Suya eğildim, birden tepemde Herakles belirmiş gibi, parıldayan suretimden korkuya kapılarak uyandım ve çevremi kolaçan ederek ıssızlıkta gene yürümeye başladım. Suda, larva kuyruklusu ve küçük balıklardan başka bir şey görünmüyordu, yinede dalıp giden kuşun renklerini ve iriliğini düşledikçe yaşamda böyle bir kuşun olamayacağına karar verdimsede, birden uzakta alacalı bir orman canlısı, binbir renkli, kuşsu bir yaratığın, yüzerek kıyıya çıktığını görünce gene düş gördüğümü sandım, düştüğüm ürküyle suya dalan kuşun renklerini tam algılayabildiğimi söyleyemem, çünkü yüreğim şiddetle çarpıyor, kuşun kuyruğu büyülü renklerle dolu bir püskül, acayip bir yelpazenin süslediği görklü bir kavis, utkulu bir çevrim gibi, kekiklerin, buruk kokulu lavantaların, karman çorman otların arasından süzülerek, havayı yarıp gidiyordu.

Sanki sabah sessizliğinde tanrı benimle yüz yüze gelmek istemişti. Birden korkmaya başladım ve aylak satirler; orman cücesi gibi önümü keser, bir nympha, ırmak cini yada su perisi kılığında karşıma çıkıp, sırtıma biner düşüncesiyle koşmaya başladım ve o hızla korudan uzaklaştım.

Bayılmışım. Yamacı tırmanıp tepeye vardığımda hiç ummadığım bir şey oldu, korunun birden gözden yittiğini gördüm, koru yoktu. Düşümde düş görmüştüm belki de. Ama Rosalin’in ansiklopedisinde gördüğüm kuşun gerçekten varolduğunu anladığım zaman düşüme duyduğum hayranlık ve mutlulukla enfes bir pantolon ve bir fötr şapka aldım kendime, ama kimselerin bilmediği bir gizi vardı şapkanın, kenarında o kuştan olduğuna kesin gözle baktığım büyüleyici tüy... Bu yalan dünyada gerçekten mutlu olduğum tek an düşümün gerçeğe dönüştüğü  o andı ve mutlulukların en güzeli; her zaman, en zarif ve küçücük olanıdır.

O yıl sonunda emekli oldum, hem de günüm dolmamışken, dalgınlığım ve aylar önce frezeye kaptırarak kullanılmaz hale gelen işaret parmağımı gerekçe göstererek emekli ettiler beni, iyi düşünmem gerekiyordu, köye, yurduma nasıl dönecektim, ülkeler görmüş, tuhaf şeyler yaşamış birinin dönüşü de epeyce görkemli olmalıydı.

Bir cip aldım, üstelik ilk elden ve köyün girişindeki susa yolundan ayrılıp, iki yanı servilerle kaplı yola girdiğim zaman ahalinin, Midas görmüş gibi şaşkınlığını, tanıyınca da merakın yoğurduğu bir şüpheyle sessiz gülüşmelerini hiç unutmadım. Yakın çevreme pek yüz vermediğimi söylemeliyim, çocukları şaşırtıcı oyuncaklarla sevindirip, yaşlıların ağzına gönülçelen ikramlarla, birer parmak bal çaldım o kadar.

Günler geçiyor, gizli mutsuzluğum alabildiğine sürüp gidiyordu, melankoliye dönüşen can sıkıntımı geçiştirmek için, ciple düşlerimin dağı Çökilyas’a çıkıp dolaşmayı tasarladım ve bir sabah erken, Baklan ovasında bir garip kuş öterken yola çıktığımda, motor gürültüsünün doğanın sesini bastırdığını ve sabahın sesine karışan tüm canlıların, çılgın bir koroyla çığırışlarını duyamadığımı söylemeliyim. Cip, çekiş gücü bitip, dağın yamacında durunca, yürüyerek uçurumun kıyısındaki koruya, düşlerimin korusuna kavuşmaya karar vermiştim. Yarım saat süren inişli yokuşlu bir çabadan sonra, yöreye yaklaştım ve korunun bir düş gibi aşağıda uzandığını gördüm, yamaçtan kayarak aşağılara indim ve düşlerimin peşinde, püfürdeyen yapraklar arasında, kuşu aramaya başladım, eğer gerçekten görürsem, yaşamımdaki tüm yalnızlığımın bilinçli ve tanrı katında da seçilmiş olduğuma inanacak, kutsal bir görevle yükümlü olduğumu kabul edecektim. Korunun içinde koşmaya başladım, çılgınca koşuyordum, çalılara, otlara, dikenlere; çarparak, sürtünerek, sıyrılarak; birden devasa bir çukura yuvarlandığımı anımsıyorum. Uyandığımda, üstüm başım harap olmuş, palas pandıras kalkmaya çalışıyordum ki, masalların kuşunun, yukarıda, bir gök perisi gibi bana bakıyor olduğunu ve yine birden yitiverdiğini gözlerimle gördüm. Aceleyle tırmandım, aman allahım, bu tavustu!..  Evet, kuyruğunu olanca görkemiyle açmış, gökkuşağından tepeliği ve devasa cüssesiyle bana bakıyordu, kuyruğunda binlerce im, eflatuni, sarılı, kırmızılı benekler, yalvaçlara özgü işaretler, us uçuran zarifliklerle gülümsüyordu. Tanrıya en yakın kuş bu olmalıydı ve sanırım, artık tanrı bana işaretini vermiş bulunuyordu, ama ben yinede şunu düşünmekten kendimi alamadım, neden insanın yaratılışı, bir tavusunkinden daha önemli olsundu ki. Bu gezegende belki de biz, tavuslara eşlik eden canlılardık, bu kozmik şarkı yalnızca tavus için tasarlanmış olamaz mıydı... Tümüne belki de diyerek bu konuyu kapattım, gene bayılmışım, uyandığımda tepenin başında, kırık taşların arasında yatıyordum, ılık bir akışla burnumdan kan sızıyordu,  frezenin ezdiği parmağımla burnumu bastırarak, eteklerden inmeye başladım, düze geldiğimde, cipin yerinde olmadığını gördüm, yolun aşağılarında, kayaların dibinde ters dönmüş durumda, pelül perişan buldum onu, ya el frenini çekmeyi unutmuş, yada buralardan geçen meçhul bir yolcunun, belki bir titan yada bir kiklopun azizliğine uğramıştı. Yanına vardığımda kimsecikler yoktu, bu ıssız dağ binlerce yıldan bu yana, doğa dışı bir aletin, koşabilen, dört ayaklı bir makinenin ölümüne ilk kez tanık oluyordu. Son bir kez okşayıp, ona veda ederek ayrıldığımda, uzaktan bir kez daha baktım ve içinden nasıl sağ çıkabildiğime bayağı şaşırdım. Yoksul  bir köylünün, sıska bir eşeği gibi, uçurumdan yuvarlanmış, -deyim yerindeyse- dört ayağı havada, nalları dikmişti. Kırk yıllık emeğime önce göz yaşı döktüm sonra nedensizce elimde olmadan güldüm. Güneşin yalımı, yakıcı bir kırbaç gibi yamaçlarda dolaşırken, yukarılarda beyaz bir bulut, azize gibi süzülerek aşağıya indi ve gelip tam başımın çevresinde harelenerek taçlandı. Cipe ve yukarıdaki gökyüzüne bir daha baktım, kendime dokundum, yabansı bir gezegende, bir konuktum ben, benden başka her şey yakışıyordu bu gezegene. Tavusta, belki bu gezegende barınamamış, görünmeyen bir yüz, bilinmeyen bir dünyaya kanat açmış ve ben onu salt imgelemimde canlandırmıştım. Büyük bir üzünçle köye döndüm. Dünyadan elimi ayağımı çekmem, yemeden içmeden kesilip, erenlere karışmamda o günlerde oldu. Yaklaşık bir ay sonrada, Budistlerin pek sevdiği bir incir ağacının dibinde 9876543210' nuncu soluğumu verdim. Köylüler sıradan bir cenaze töreniyle Araplar tepesine gömdüler beni. Ve defin biter bitmezde günlük işlerine koyuldular. Ben bedenen öleli 666 ay, gerçekten ölüp, hiçleneli ise 33333 gün oluyor. Bütün bunlardan sonra, son sözümü soracak olursanız, üzülerek; ‘Tuhamet su’  -Yaşam boş- diyorum...

...

Bu mektubun aynısını, İstanbul’da okurken, trafik kazasında ölen Denizli’li teoloji öğrencisi Yakup Düşgördürücü’nün evinde de buldum. Ölüm nedeniyle tek göz evi boşaltılırken yerdeki sarı zarfı dedektif öykülerinde olduğu gibi, kimsenin gözüne çarpmadığından alan olmadı. Her iki zarf da, bende buluştuğunda yazılanların birbirinin suretiymiş gibi, aynısı olduğunu gördüm. Bazı yerleri okumakta güçlük çektim, kimi tümce kopuklukları ve bağlantı zayıflıklarını birbirine ulayarak gidermeye çalıştım. Ayrıca yerde Wagner’e ait bir kaset ve Schiller’den çevrilmiş bir şiir buldum. Şiirden nefret edenlerin çok olduğunu bildiğim için, onu buraya alamadım. Ama pek şiir sayılamayacağını düşünerek, kendisinin olduğunu sandığım bir dörtlüğü buraya aktarıyorum (İnsanlar bir şeyin kötüsünden hoşnut olurlar, iyi şeyler kavgaya neden olur!) ki kendisiyle ilgili eksik bir şey kalmasın, bu görevim sayılır...

‘Kimimiz korkağız, kimimiz kahraman / Bir zamanın peşinde koşup, ağlayan / Düşler, bekleyişler, oluşlar derken / Boşlukta yitip giden bir boşlukta yaşayan...’

Bu sıradan öykünün kahramanı gerçekte kimdir ve zarf sahipleri 

birbirini tanıyor mu bilemem. Mektubu aynısıyla yayımlamama

gelince; üçüncü bir kişi olarak, bende de -bir mektup- var!..